Kültürün her alanına açık, kendi kendini yetiştirmiş bir insanım.
1966 yılından beri aynı işi yapan kaç kişiyi tanıyorsunuz? Hele sinema dünyasında! Ülkemizin Roger Ebert’i, sinema eleştirmenliğimizin duayeni Atilla Dorsay bu seneki Adana Altın Koza Film Festivali’nden  onur ödülü aldı. Kırk dört yıldır sinema eleştirmenliği yapan, birçok  kuşağın okuduğu ilk sinema eleştirmeni olan, hala heyecanla çağdaş  sinemayı takip eden, sinema üzerine konuşan, üreten Atilla dorsay ödül vesilesiyle konuğumuz oldu. Atilla Dorsay’ın objektifinden sinema yazarlığımızı dinledik.  
60’lı yıllardan beri sinema yazarlığı yapıyorsunuz. Kendi bakış  açınızla o günlerden bugüne sinema yazarlığının gelişimini özetleyebilir  misiniz?
Devreler halinde gelişti, kimi zamanlar gelişti, kimi zaman da geriye  gitti. Ama uzun bir süreçte, bakıldığında, hiçbir şey geriye gitmez.  Sinema yazarlığı da ilerledi, en azından sayısal olarak. Biz SİYAD’ı  kurduğumuzda yirmi kişiyi zoraki olarak toplamıştık, bir sürü magazin  yazarını da içimize alarak. Ama şimdi genç bir kuşak var. Genç kuşaklar  sinemaya bizden daha rahat erişebildiklerinden, onların da saha  bilgileri arttı. Bizim kuşaklara nazaran yükseldi. Bugün birçok açıdan  şikayet etsek de durmuş oturmuş bir eleştirmen kitlesi var.
Peki, bu elli yıllık serüvene kendi yazarlığınızı nereye koyuyorsunuz? 
Valla ben amatörce başladım. Ama bazen tutkulu bir amatörlük  profesyonellikten daha iyi olabiliyor. Sinema eğitimi alamadım,  Frenklerin dediği gibi otodidakt, kendi kendini yetiştirmiş bir insanım.  Ama çocukluğumdan beri kültürün her alanına açık olduğum için,  Türkiye’nin ortalamasına kıyasla genel kültürüm bir hayli fazla olduğu  için bir yer edinebildim. Buna ek olarak Türkçeye çok hâkimim. Bunun da  belki bir kısmı Allah vergisi olabilir ama büyük oranda küçük yaşlardan  itibaren çok okurum. O nedenle kendimi en başta yazar sayıyorum.  Sinemanın bir uzantısı olmaktan çok yazarlığın bir uzantısı sayıyorum  işimi. Bu öğeler bir araya gelince baştan itibaren sevdiler beni. Bugün  baktığımda atlmışlardaki yazılarımı ilkel buluyorum. Sinema yazarlığım  gelişti, olgunlaştı. Cumhuriyet döneminde zirvesine çıktı. Bugün hala  bana nerede o Cumhuriyet dönemindeki yazılarınız diyenler vardır. Bunun  iki nedeni var. Birincisi o zaman daha uzun yazabiliyordum,  Cumhuriyet’te daha uzun yer verilmişti bana. İkincisi Cumhuriyet’in  yüzü. Cumhuriyet o zaman o kadar etkiliydi ki, hala belli bir kuşak  içinde nerede o Cumhuriyet denebiliyor. Oysa bugünkü yazılarım  Cumhuriyet yazılarımın gerisinde değil, ben dile de hakim olduğum için  aynı şeyleri daha kısa bir yazıda ifade edebiliyorum. Çok uzun yazılar  da müsaadenizle beni sıkıyor. Çok kalmadı ama uzun film eleştirileri  görüyorum. Sight and Sound’da veya Pozitif’te gördünüz zaman anlamı  oluyor. Çünkü adam başından sonuna tutarlı, bilgi yüklü şeyler söylüyor.  Bizdeki bazı uzun eleştirileri görüyorsunuz, eveleme geveleme. Bugün  ben en azından gündelik gazete çerçevesinde optimum yazı uzunluğu  yakaladığıma inanıyorum, optimum yazıda da filmin en can alıcı  noktalarına değindiğime inanıyorum.
Ama bazen bir film bir hayattır. Bir film insana sonsuza dek kapılar  açabilir. Bir film üzerine yazı sonsuza dek uzayabilir: Inception  mesela. Örneği vermişken, benim Inception üzerine yazım son zamanlardaki  en uzun yazımdı. Temelde film üzerine düşündüklerimi söyleyebildim ama  ayrıntılar kaldı tabi.
Belki de Cumhuriyet döneminde çıkan filmler de farklıydı.  İnsanların özlediği şey o tarz filmlerin gösterime girmesi olduğu için  böyle diyorlar.
Biraz doğru, biraz değil. Hala beni heyecanlandıran filmler var, olmasa  devam etmezdim. Ama bir yandan da haklısınız. Dünyayı sarsan film  hareketleri çıkıyordu. Ben altmış altıda başladım mesela. Elli dokuzda  ünlü İngiliz Özgür Sineması çıkmıştı. Altmışarın ortalarından itibaren  Genç Alman Sineması olayı patlak verdi. Yine altmışlarda Amerika’da New  York ekolü dediğimiz başını John Cassavetes’in çektiği filmler çıktı.  Yine altmışlarda Uzakdoğu sinemasın ilk filizleri atıldı ve yetmişlerde  daha fazla dikkat çekti. Seksenlerde İran sineması geldi. Hala sinemayı  kökten değiştirecek akımlar çıkıyordu, hala sinemacılar ulusal sinemayı  çıkarıyordu. Bugün pek kalmadı tabi ama hala heyecan verici sinemalar  çıkıyor. Amerikan sineması bütün o ticari yapının içinde, bütün o  teknolojik ağırlıklı filmlerin ‘re-make’lerin yanında iyi örnekler  çıkıyor. Uzakdoğu sineması yavaşlar gibi oldu ama yine yükseldi. Bir de  Türk sineması var. Bugün hiçbirimizin beklemediği, dünyanın da  gündeminde olan bir Türk sineması olayı var. İkibinli yılların sinema  alanında heyecan verici işler. Bizim bütün bunların üzerinde düşünmemiz  gerekiyor.
Peki, sinema yazarları okunuyor mu, sizce ne kadar okunuyor?
Okunmazsa konuşulmaz herhalde. Popüler bir köşe yazarı, atıyorum Hıncal  Uluç’un yazdığı yazı okunuyor ama aramızdan herhangi birinin yazdığı  ciddi bir yazı kadar yankı yapmıyor. Hıncal Uluç’u öne çıkartmak  istemiyorum, ama genelde bu köşe yazarları her ne kadar çok okunuyorsa  da bizim yazılarımızın etkisini yapmıyor. Biz her şeye rağmen bu konuda  daha bilgiliyiz, coşkuluyuz, yenilikçiyiz. Köşe yazarlarının klişeye  kaçan eleştirileri bizimkilerin yanında sönük kalıyor.
Sizin ustam dediğiniz yazarlar var mı? Ben de bunun gibi olayım diye heves ettiğiniz zamanında?
Benim ustam dediğim yazarlar arasında gündelik gazetelerde Tuncan Okan  vardı. Şimdi bakınca o kadar parlak değilmiş diyorum ama o zamanlar çok  etkilerdi. Sinema eleştirisini popüler kılan, yıldız sistemini başlatan,  Türk sinemasına da eğilen, önemli bir yazardı. Bugün biraz unutulsa da  onların yazılarını toplayıp antoloji yapmak lazım. Bir Semih Tuğrul, bir  Jak Şalom, bir Tanju Akerson, ki bunlar Yeni Sinema dergisi etrafında  toplanıp yazan insanlardı. Sinema yazarlığını az yapmış olsa da bazı  eleştirileriyle Onat Kutlar. Rekin Teksoy, Giovanni Scognamillo, onlar  daha çok sinema tarihi yazdılar ama yine de bu mesleğin demirbaşları  sayılabilirler.
Benden sonraki kuşakta, isim verip ayım yapmak istemiyorum ama değişik  türlerde yazan yazarları ilgiyle okuyorum. Ben diğer sinema yazarlarını  önem vererek okuyan eleştirmenlerden biriyim. Bunu hem zevkle yapıyorum  hem de bilmem gerek misyonuyla yapıyorum.
Okurlardan bahsettiniz. Birçok kuşak sinema okuryazarlığına  sizin kitaplarınızla başladı. Atilla Dorsay bizim açımızdan güvenilir  bir isimdi. Bazen beğenmesek, aman şöyle yazmış desek de okurduk. Bunu  nasıl sağladınız?
E herhalde. kırk dört yıldır yazan, hala basında kendisine yer bulan,  kırk tane kitabı çıkmış birine güvenilmez de kime güvenilir. Bunu  kompliman bile saymıyorum. Bu eşyanın tabiatı gereği. Çok doğal bir şey.
Ben lisede sinemaya erişimimiz kısıtlıyken, devlet  kütüphanesinde sizin 100 Yılın 100 Yönetmeni, Filmi kitaplarınızı  bulmuştum. Miras bulmuş gibiydim. 
Burada bir parantez açmak istiyorum. O kitaplar büyük bir sevgiyle  yazıldı. Ben o kitapları bir misyon duygusuyla yazdım. Sinemanın yüzüncü  yılı kutlanıyordu. Yazılarımı toplu biçimde sunmak, dizi halinde sunmak  bir görev oldu. Bir de o zaman zorlu bir dönemdi. Doksan üçte  Cumhuriyet’ten ayrıldım, Doksan dörtte girdiğim Miliyet’ten bir yıl sona  ayrılıp Yeni Yüzyıl’a geçtim. Yeni Yüzyıl’ın ne olacağı belli değildi,  meçhuldü. Mali durumum berbat, geçindirmem gereken bir ailem var, büyük  bir karmaşa... Bu ortamda yine oturdum yazdım. Ne olursa olsun yazmam  gerek dedim ve başladım. Yönetmenler kitabında eski yazılarıma da  başvurdum, ilk kitabın heyecanıyla ama bunlar çok ilgi gördü. ‘100  Film’de her şeyi baştan yazdım. Yüz yazının hepsi yeniden yazıldı. Şunu  birleştiriyordu o kitaplar: Popüler film kavramıyla, önemli film,  sanatsal film, auteur film arasında bir denge kurmaya çalıştım.
Casablanca da var, bir sinema başyapıtı değil ama sayılamayacak nedenle  sinema tarihine damgasını vurmuş bir film. Rüzgar Gibi Geçti de yine  aynı. Ama sayılamayacak birçok sanat filmi de var. Benim kişisel sinema  tarihime damga vurmuş, ama diğer sinemacıların çok ilgi göstermeyeceği  filmler de var. James Dean’in Asi Gençlik, veya Nicholas Ray’in Johnny  Guitar filmi gibi. Biraz kişisel seçimlerdi ama herkesin üzerine ittifak  kurduğu filmler de var. Bütün bu seçimler, denge kurmak gecelerimi  aldı. Yazıları yazmak zor değildi ama seçim zordu ama yaptım. Şunu  söylemek istiyorum, o kitaplar büyük bir özveriyle yapılmış çalışmaların  ürünleridir. Klasik belki ama bilgi ile sevgiyi birleştirir. O yüzden o  üçleme önemli. Dünya sinemasında da böyle bir üçleme oluşturan başka  bir yazar olmadı. Filmler üzerine çıktı ama bu üçünü bir arada yapan  sinema yazarı çıkmadı.
Şu anda Türkiye’deki film eleştirmenliğini değerlendirebilir misiniz? Hem gündelik basın bakımından, hem de dergiler bakımından?
Bu, arkadaşlarım üzerinde değerlendirme yapmaya itecek beni, yapmak  istemiyorum. Gündelik basından mutlu değilim, sinemaya yer veren gazete  çok azaldı. Sabah var, sinema eleştirisi dışında sinemanın başka  alanlarına da yer veriyoruz. Tabi ki Radikal var. Cumhuriyet var.  Habertürk de var şimdi. Ama Hürriyet’in, Milliyet’in büyük  gazetelerimizin, demirbaş gazetelerimizin sinemaya verdiği yer yeterli  değil. Hem yer açısından hem de verilen önem açısında küçük. Birçok  dergi çıktı, mutluyduk tabi çoğalmasından ama bittiler. Sinema ve  Altyazı kaldı bildiğim kadarıyla. Birkaç ayda bir çıkan son derece  ideolojik ve tutucu bir bakışı olan Yeni Sinema dergisi var, çok  marjinal bir yayın. O nedenle saymıyorum. Bu iki dergiyle iş dönebilir  aslında. Sinema ve Altyazı farklı dergiler, birbirlerinin aynısı  değiller. O nedenle iyi bence.
Bu yılki Altın Koza\'yı takip ettiniz mi? Nasıldı sizce?
Bu ödül pratik ve duygusal anlamda ağır yükler getirdi, o nedenle takip  edemedim festivali. Seyirci ilgisi, filmler nasıl bilmiyorum. Heyecan  var burada. Ölmüş bir festivali tekrar diriltmek, Yılmaz Güney’li  yılların heyecanını yaratmak için çabalıyorlar.
Bana onur ödülü de vermeleri hoş bir şey. Bize genelde emek ödülü  verirler. Ayrımı ben önemsemiyorum belki ama, onlar önemsiyor. Bizim  kendi derneğimiz SİYAD bile önemsedi. Bana onur ödülü vereceklerini  söylediler, yazılar bile geldi, ama sonra onu emek ödülü yaptılar. Bu  kelime oyunlarını hiç sevmiyorum. Ama bu festival en başından tavrını  koydu. Müjde Ar’la aynı kategoride. Ben de açıkça söyleyeyim, araya bir  iki isim daha katın dedim, iki kişi, Müjde’yle ben çıkmayalım dedim. Ama  sonunda korktuğum başıma geldi, Müjde hanım gelmedi. Gecenin yıldızı  ben oldum. Efendim, kötü mü oldu? Kırk yıllık emeğimizin önemli olduğunu  düşünüyorum. Ama o sahnede yapayalnız kalmak kötüydü. Ama onlar da  Antalya’nın altı onur ödülü vermesine tepki olarak iki ödül vermeyi  tercih ettiler. Bana getirdiği yükümlülükler de oldu. Bir sürü kanal,  yayın organı peşime düştü. Son kırk sekiz saat içinde çok yoruldum.  Bütün bunlar hoş da insanı yoruyormuş.  Star olmak böyleymiş demek  (kahkahalar).
Bu sene ulusal uzun metraj yarışmasına Bal filmi de katıldı. Doğru buluyor musunuz?
Doğru bulmuyorum. Bal ve Üç Maymun gibi filmler önceden kazandıkları ün  ve onurlandırmayla yetinip yarışma dışı katılmalılar. Ben böyle  düşünüyorum ama katılabilirler. Mesela ben Antalya’da da jüriydim, tabi  bu söylediklerim bütün jüriyi bağlamaz, orada da Bal karşımıza geldi.  Ben yepyeni bir filmi keşfetmeyi tercih ederdim. Bal’dan iyisi yoksa bir  parmak bal diyeceğiz ama bütün filmler aynı kategoride yarışmamalı.  Gencecik bir insanın yepyeni filmiyle, Altın ayı ödüllü usta bir  yönetmenin filmi aynı kulvarda yarışmamalı.
Adana’da fotoğraf serginiz de var. Benim de Katmandu’ya ilgim  var ve çok fotoğraf gördüm. Oradaki duygunun fotoğraflara geçtiğini  gördüm.
Bununla ilgili bir şey oldu. Sergide biri bana, girer girmez uzaktan  yağlıboya tablolar gibi geldi fotoğrafların dedi. Orada ciddi bir  photoshop çalışması da yok. Ülke zaten renkli, benim eklemelerim yok.  Orası aslında organize bir turdu, o nedenle acele de etmem gerekiyordu.  Işığı ayarlayıp istedim gibi çekemedim. Ne bulursam çekmeliydim. Ama  birkaç faktör vardı. İyi bir makinem vardı, şansım yaver etti. Tabi  bunca yıl film seyretmenin verdiği kadraj duygusu da var. Kadrajlar iyi  oldu, benim çektiğim gibi kaldı. İnsanları hep öne almaya çalıştım,  arkada mekanlar olsa bile. İnsan yüzleri tabi önemli. Giysiler,  kadınların giysileri, giysilerin anlattığı sınıfsal düzen, sokakların  anlattığı hayat, bütün bunlar yansıyor fotoğrafçıya. Bir fotoğrafçı için  en ideal yer herhalde.
Fotoğraf merakınız ne zaman başladı?
Ben yılardan beri festivallere gidiyorum. Daha ilk gittiğim yıl bütün  ünlüler karşıma geldi. Anladım ki fotoğraf çekersem iyi bir arşivim  olacak. Tabi o zaman sergi açma düşüncesi yoktu. Dijital bir arşiv  oluşturmaktı amacım. Yirmi beş - otuz yıl böyle gitti, doksanlarda daha  itinalı gitmeye başladım. İkibinlerde baktım bu resimler işe  yarayabilecek, giderek daha iyi makineler aldım. Sonra dijital makineyi  aldım. Zor oldu dijitale geçmem, ilk yıllara dijital gelişmemişti ve  renklerde sorun oluyordu. Benim aldığım 2007 yılı dijitalin atılım  yaptığı yıldı. Ondan yararlandım. Önce sinemacı portreleri, albümleri  çıktı. Hindistan ilk sinema dışı fotoğraf sergim.  Antalya’da  Yeşilçam-Bugün adıyla Yeşilçam ünlülerinin bugün çekilmiş portreleri  var. Bu beni çok heyecanlandırıyor. Ve son bir yılda değişik ortamlarda  çektiğim Türkan Şoray fotoğrafları sergisi projem var ama beklemede.







