24 Mayıs 2010 Pazartesi

Festivaller ve Sinema Yazını Üzerine

Her şey aslında sinema deyince ne anlıyoruz sorusundan çıktı? Film izlemek mi, sinema okumak mı? Çağdaş sinemayı takip etmek mi, akademik anlamda sinema üzerine çalışmak mı? Tabi çözüm yolu ortada: Bunların birbirlerinden besleneceği bir ilişki ağı kurmak.

Bir süredir kafamı kurcalayan soru da festival bolluğuydu. Bu kadar festival düzenleyip film izlerken, sinema yazınımızdaki durgunluk neden diye sordum. İkisi arasında parallellik kurmaya çalıştım. Muhakkak ki daha da derinlemesine incelenmesi gereken bir konuya bir başlangıç denemesi.

Festivaller ve sinema yazını

Fark ettiyseniz ülkemizde bir festival bolluğu yaşanıyor. İstanbul özelinde örnek vereyim. İKSV’nin düzenlediği Uluslararası İstanbul Film Festivalinden sonra Yeni Sinema Hareketi başladı. Ardından da İşçi Filmleri Festivali. Bu liste Belgesel Sinemacılar Birliğinin düzenlediği 1001 Belgesel Film Festivali, Documentarist’in düzenlediği İstanbul Belgesel Günleri, Sinema Tarih Buluşması, Filmekimi, İf İstanbul, Komedi Filmleri Festivali diye uzayıp gidiyor. İstanbul dışına çıkarsak da birçok şehrin film festivali düzenlemeye başladığını görüyoruz. Antalya, Adana, Ankara gibi kurucu misyona sahip festivalleri dışarıda bırakırsak, Bursa, (eskiden) Kars, (artık) Artvin, Eskişehir festival düzenleyen şehirler.

İlk baştaki “festival bolluğu” tamlaması bir açıdan pejoratif bir çağrışım yapıyor, farkındayım. 90’lı yıllarda klasik filmleri bile izlemenin zor olduğu, televizyonda yayınlanan filmlerin bile en eski kopyalardan yapıldığı, sinema kulüplerinin çamur gibi kopyalardan film izlemeye çalıştığı dönemle karşılaştırırsak bu festival bolluğu muhteşem bir gelişme. İstanbul açısından, ülkenin sinemasının kalbinin attığı yerde bu kadar festival az bile. Farklı alanlarda, farklı türlerde birçok film festivalini daha kaldıracak güçte İstanbul izleyicisi. İstanbul dışı içinse, gösterim olanağı bulamayan filmleri izlemek, sinema camiasıyla bağ kurmak açısından yerel festivallerin önemi büyük. Daha birçok şehirdeki sinema izleyicisi şehirlerinde festival yapılması için çaba gösteriyor. Yeni Asır gazetesine konuşan Konak Belediye Başkanı Hakan Tartan 2010 yılında İzmir’de düzenlenebilmesi için film festivali çalışmalarına başladıklarını söylüyor.

Sinema yayıncılığımızın durumu
Pejoratif çağrışım meselesine gelirsek, tüm bu festivallerin ülkemizdeki sinema yazınına katkısı ne durumda? Aylık çıkan sinema dergisi iki tane. Bunun dışında farklı düzenlerle çıkan, ciddi anlamda kaç sinema dergisi var? 5 tane sayabilir miyiz? Aylık dergilerde yaşanan patlama sönüp gitti. Bağımsız dergiler de maddi sıkıntılar dışında büyük bir yazar sıkıntısı yaşıyor. Kitaplara gelirsek. Es Yayınları ve Agora Yayınlarının dışında iyi bir sinema kitaplığı oluşturmuş yayınevimiz sınırlı. Ülkede sinema kültürüne dair klasik eserler bile çevrilmemiş durumda. Çevrilen klasikler, mesela Andre Bazin kitapları ise okunmayacak derecede kötü çeviriler.

Festivallerden girdim, sinema yayıncılığından çıktım. Tek bir yazıda ikisini birden ele almamın nedeni basit aslında. Sinema izlemek ile sinema okumak arasındaki bağdan yola çıkarak festivallere ikinci bir anlam yüklemek. Şehir festivallerinin bir amacı o şehre film getirmenin yanında şehirde bir sinema kültürü oluşturmak değil mi? İstanbul festivalleri film organizasyonlarının dışında neden sinema yazınına destek için çabalamazlar. Düzenlenen o kadar festivalden elimize kalan yazılı kaynaklar neler? Elimizde festival broşürlerinin dışında ne kalıyor?

Neden festivaller sinema yazınına katkı koymaya çabalamaz?
Şehir festivalleri bölgenin amatör, genç sinema yazarları için neden etkinlik düzenlemez? Antalya, Adana gibi festivaller neden her sene bir sinema klasiğinin çevirisine destek vermez? Şehir festivalleri neden sinema dergileri için küçük de olsa bir fon oluşturmaya çalışmaz? İstanbul festivallerinin işi ise daha kolay. Neden festivaller, dergilerle ortak projelere gidip onlarla özel sayılar çıkartmaz? Neden İstanbul’daki amatör, akademik sinema dergilerine katkı koymaya çalışmazlar. Neden dünyaca ünlü yönetmenler, oyuncular çağrılır da, dünyaca ünlü sinema yazarları, akademisyenleri çağrılmaz? Neden bol bol fotoğrafların, tanıtıcı yazıların bulunduğu kitapların dışında kapsamlı ‘anısına’ kitaplar yayınlanmaz?

Festivallerin böyle bir çalışmaya girmemesi için onlarca neden sayılabilir. Belediye festivallerinin 4-5 yıllık zaman dilimlerinde büyük dönüşümlere uğraması, kurum festivallerinin maddi zorluklar yaşaması bu tarz girişimler için önemli bir handikap. Ama dikkat çekmek istediğim nokta film festivali deyince artık akla film gösterip, kısır döngüyü aşamayan söyleşiler yapmanın yanında böylesi bir sinema kültürü de oluşturmaya çalışmak. Hem yayıncıların hem de festival düzenleyicilerinin bu konuya kafa yorması gerek artık.

15 Mayıs 2010 Cumartesi

Ömer Kavur'a Bakmanın Vaktidir


12 Mayıs 2010 usta yönetmen Ömer Kavur'un ölümünün beşinci yılı. Sadece yuvarlak sayı hesabı nedeniyle bir anma değil, bağımsız sinema Türkiye'de bu kadar güçlü bir şekilde tartışılırken bakmamız gereken kritik bir isim olduğu için Ömer Kavur.

Antrakt'a buyrun...

Ömer Kavur Sineması'nı tartışalım

Ömer Kavur 12 Mayıs 2005 yılında aramızdan ayrıldı. 2003'te gösterilen Karşılaşma'dan beri yeni bir Kavur filmi izleyemiyoruz. Türkiye'nin sayılı auteur yönetmenlerinden Kavur'un ölümünün beşinci yılı bu yıl. Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi da bu yıl mayıs ayında onun filmlerinin gösterimini yapıyor. Ama düşündüm de keşke bu yıl Tunaya'nın dışında Ömer Kavur'u tartışabileceğimiz ayrı bir platform da olsaydı. Basit bir 'tribute to' kalıbının içinde değil. Kavur'un Türkiye'deki genç sinemacı kuşağı için anlamı üzerine.

Bu meseleyi açmak istiyorum. Bu sinema sezonunun başından beri Özcan Alper, Hüseyin Karabey, İnan Temelkuran gibi isimleri dahil edebileceğimiz genç yönetmenler kuşağını tartışıyoruz. Tabi bu yönetmen kuşağının Özcan Alper'in deyişiyle film çekmekten ziyade 'sinema yapmayı' kafaya takmaları da önemli bir etken. Türkiye'nin yeni yönetmen kuşağı filmlerini çekip bırakmıyor, o filmlerin seyirci tarafından alımlanması sürecine de müdahil oluyorlar. Alper'in şehir şehir, üniversite üniversite dolaşması, filmlerinin gösterimlerini örgütlemesi, gösterim sonrası tartışmalara katılması 'sinema yapma'nın en güzel örneğiydi. Bağımsız sinemacılar uzun süredir güçlerini birleştirmenin yollarını da arıyordu. Merkez medyanın vasat sinema anlayışının dışında filmlerini tanıtmak için, artık çoğunluğu büyük sermayenin elinde olan sinema salonlarında gösterim olanaklarını artırmak için bir araya geliyorlardı. Bunun meyvesini de geçen haftalarda gerçekleştirilen Yeni Sinema Hareketi gösterimleriyle topladılar.

Bağımsız sinemanın anlatım dili tartışılırken, yeni bir dağıtım ağı kurulmaya çalışılırken, siyasal sinemanın dili gelişirken Ömer Kavur neden tartışılmıyor peki? Bence şu an Kavur'u tartışmanın tam vaktidir. Kavur 70'lerde Yeşilçam'ın dışında filmler çekmeyi başarabilmiş bir yönetmen. Herkesin alaylı yetiştiği dönemde, mektepli dilini çok iyi kullanabilmiş bir yönetmen. 80 sonrasında da tüm kötü koşullara rağmen filmlerini çekebilmiş, bugünkü kadar olmasa da yoğun dağıtım sorunlarıyla karşılaşmış, ama buna rağmen kendi seyirci kitlesini yaratmış bir yönetmen.

Ömer Kavur, Şükran Kuyucak Esen'in hazırladığı Sinemamızda Bir Auteur: Ömer Kavur kitabındaki röportajında Yusuf ile Kenan'ın piyasa koşulları dışında çekilmesi üzerine şunları diyor: Yeşilçam içinde değil Yeşilçam dışı bir yapım. Her ne kadar Yeşilçam çalışanlarından yararlandıysa da ortaya çıkış şekli farklıydı. Ve dağıtım şekli de farklıydı. Yani yabancı filmlerin oynatıldığı sinemalarda gösterildi.

Şu an çok farklı bir konjonktürde sinemamız. Yeşilçam gibi ağır bir hegemonik güç yok. Ama bunun kötü etkisi de ülkede bir sinema sanayisi olmaması. Kavur zamanında sinemalar sermayenin elinde değildi ama o zaman yine aynı şekilde sinema işletmecilerinin para kazanma derdi vardı. Bunların dışındaki farklılıkları da sayabiliriz ama meselemiz aynı. Bütün olumsuz şartlara rağmen filmlerini çekip kendi seyirci kitleni yaratmak. Yani sinema yapmak. Ömer Kavur bunu başardı. Ve şu an yeni Türkiye sineması tartışılırken bakmamız gereken önemli bir örnek Ömer Kavur.

Wenda Filmi ve Sinema Kulüpçülüğü Üzerine

Antrakt Sinema Gazetesini hatırlıyor musunuz? Benim lisede, daha Konya'ya AVM içi sinemalar gelmemişken gittiğim bir sinema salonu vardı. Sahibi yaşlıca bir adamdı. Her hafta sınıfın diğer sinema meraklısı olan arkadaşımla oraya giderdik. Gittiğimizde de Haftalık Antrak Sinema Gazetesine muhakkak bakardık. Her hafta sinema haberlerine göz gezdirir, köşe yazarlarını okurduk. Sonra Antrakt'ı göremez olduk. Meğersi kapanmış. Daha sonra bir ara Antrakt dergisinin aylık sayıları geçti elimize. Uğur Vardan'ın, Murat Özer'in ilk sinema yazılarının yayımlandığı 90'larda çıkan aylık Antrakt. Ve şimdi uzun bir aradan sonra Antrakt yeniden çıkmaya başladı. İlk olarak da haliyle internet üzerinden yayına başladı. Ben de muhtemelen bundan sonra düzenli olarak Antrakt dergisine film eleştirileri yapacağım.

İlk yazım, benim ilk sinema hocalarım sayılabilecek Ali Kemal Çınar, Abdullah Yaşa ve Sait Korkut'un ortak çektiği Wenda filmi üzerine. Kendim de okulun sinema kulübü çalışmaları üzerine kafa yorarken, Diyarbakır Sinema Kulübünün bu filmini görmek düşüncelerimi bambaşka bir yöne sevk etti. Ve sinema kulüpçülüğü üzerine düşünmeye başladım. Şunlar çıktı ortaya...

Tekrar Hoşgeldin Antrakt!

Ya da burada:

Wenda: Bağımsız filmler için bir örnek...

Diyarbakır Sanat Merkezi'ni biliyor musunuz? Bilmiyorsanız suç sadece sizde değil. İstanbul, hatta Beyoğlu merkezli kültür sanat hayatımız, kültür sanat medyamız, Diyarbakır Sanat Merkezi'nin önemine henüz varmadı. Ama bu arada Merkez sessiz sedasız gerçekleştirdiği etkinliklerle sadece Diyarbakır kültür sanat hayatı için değil, Türkiye'nin de kültür sanat hayatına etki edecek önemli etkinlikler gerçekleştiriyor.

DSM bünyesinde faaliyet gösteren Diyarbakır Sinema Kulübü ise gönüllüleriyle DSM'nin de etkinliklerini aşan bir verimle çalışıyor. Geçtiğimiz aylarda gerçekleşen Kürt sineması panelinden kaç kişi haberdar oldu mesela? 6 farklı Kürt coğrafyasından filmlerin gösterildiği, dünyadaki önemli Kürt sineması araştırmacılarının katıldığı, belki de ileride bir dönüm noktası olarak tarif edilebilecek panel Diyarbakır Sanat Merkezi sinema kulübünün gönüllü çabalarıyla gerçekleştirildi.

Diyarbakır Sinema Kulübü gönüllülerin kendi aralarında gerçekleştirdiği analiz çalışmaları, eğitimler ve kısa film çekimleriyle uzun bir süredir etkinliklerini sürdürüyordu. Kulübün son çalışması ise uzun metrajlı Wenda filmi. Ama Wenda filmi aslında bildiğimiz anlamda kısa film çekip de büyüyünce uzun metraja geçme hikayesinin biraz dışında. Daha önce kısa filmlerini izlediğim, aynı zamanda ilk sinema hocalarım sayılabilecek Ali Kemal Çınar, Sait Korkut ve Abdullah Yaşa birikimlerinin artık bir uzun metraja dönüşme dönemecine geldiğini anladıklarında karşılarına çıkan yetersizlikleri bambaşka bir metotla çözmeye kalktılar.

Wenda (Kayıp) filmi saydığım üç ismin ortak bir tema etrafında şekillendirdikleri orta metraj filmlerin birleşiminden meydana geliyor. Diyarbakır'daki faili meçhuller ortak öyküsüyle gelişen üç filmin senaryosu yönetmenlerine ait. Taraf gazetesindeki röportajlarında kayıplar konusunda siyasi değil insani bir bakış getirdiklerini belirtmiş yönetmenler. Hikayeler de buna denk düşer şekilde siyasal bir düzlemde ilerlemiyor ama bu durumu hikaye etmenin de siyasal bir duruş olduğu unutulmamalı.

Çalışma metodu demiştim. En son ne zaman ülkemizde ortak bir yapım gördük? Ortak yapım derken ortaklaşa gerçekleşen projelerden bahsetmiyorum. Ortak bir algıyla ve hisle gerçekleştirilmiş, anlattıklarıyla birbirlerinin boşluklarını dolduran ve ortak bir anlatıya doğru yol alan bir yapım. Wenda işte böyle bir film. Deadline'lar verilip son gün birleştirilmiş bir film değil. Kafa kafaya verilip herkesin birbirinin hikayesini tartıştığı, bir filmde yönetmen olanın diğerinde başka görevler üstlendiği gerçek anlamda ortak bir proje. Bunu en çok bir yönetmenin diğer filmde yan rolde görerek görselleştirebiliyoruz. Bireysel çıkışlarla ilerlemeye çalışan sinemamız için gerçek bir kolektif çalışma örneği. Artık pek kalmayan kulüpçülük çalışmaları için muhteşem bir örnek Wenda.

Sinema kulüpçülüğümüz üniversitelerde ufak atılımlar dışında henüz bir şey gerçekleştiremiyor. Ama Yeni Dalga'dan beri biliyoruz ki bağımsız film demek biraz da kolektif çalışma, kulüpçülük demek. Türkiye'de sinema kulüpçülüğünün Diyarbakır Sinema Kulübünden öğrenecek çok şeyi var.