SİNEMA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
SİNEMA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Temmuz 2017 Pazar

Sinema yalnızca sinema değildir

Beyoğlu Sineması'nı kurtarmaya yönelik mücadele muhalefetin yeni bir biçimine dönüştü mü? Kart kampanyasına destek verenlerin temel sebepleri neler? Destekçilere sorduk...


9 Ağustos 2011 Salı

Yavuz Turgul Kendisini Markaya Dönüştürdü

Yavuz Turgul sineması meraklıları için çok değerli bir kitap yayımlandı. İstanbul Ticaret Üniversitesi hocalarından, uzun yıllardır birçok yayınevi için sinema yayıncılığı da yapan Ala Sivas'ın çağrısıyla biraraya gelen akademisyenlerin ve eleştirmenlerin yazılarından oluşan kitap Yavuz Turgul sinemasını 360 derece kuşatıyor. Kitabın sonunda Turgul'la yapılan ve kitapta ele alınan konuların tartışıldığı geniş kapsamlı bir röportaj da mevcut.

Röportajımızı okumak için buradan...

İstanbul'dan Hollywood'a bakmak

Uzun yıllar ABD'de belgesel filmcilik alanında çalışan Emre Şahin ilk uzun metrajlı kurmaca filmi 40 ile karşımızda. Benim oryantalist bulduğum bir İstanbul temsiliyle anlatılan bir kesişen hayatlar hikayesi film. Eleştiri yazım HayalPerdesinde...


29 Mayıs 2011 Pazar

Sabahattin Ali’nin İzinde Bir İlk Film


İFSAK'lıların fotoğrafçı kimliğiyle tanıdığı Selim Güneş'in ilk filmi Kar Beyaz vizyona girdi. Ben daha çok Sabahattin Ali ruhunu nasıl koruduğunu, edebiyat uyarlamasının zorluklarını, senaryo sürecini, ilk yönetmenlik denemesinde yaşadıklarını sordum; fotoğrafçımız Çağatay Ankaralı da fotoğrafa dair merak ettiklerini sordu.

Röportajımız okuduğunuzla sınırlı kalmadı. Selin Güneş'in fotoğraf ve sinemaya dair anlatacak daha çok sözü var. Eğer fotoğrafa ve sinemaya meraklıysanız, "gözünüzü" geliştirmek istiyorsanız Selim Güneş'in herhangi bir söyleşisine, seminerine, paneline katılın. Eminim sorduğunuz her soruya büyük bir içtenlikle cevap verecektir.

İçeriye buyrun...

Ayrıca Selim Güneş'in fotoğrafçılığından tadımlık eserler. "İstanbul Lodoslar Kenti" çalışmasından iki fotoğraf...

Klasik Filmlere Aşkla Bağlananların Kitabı


Memlekette dergicilik zor zanaat, hele sinema dergiciliğini hiç sormayın. Janjanlı afişleri, afilli galaları, Oscar benzeri ödül törenlerini görüp de işin yazı-çizi boyutunun da aynı oranda renkli olduğunu sanmayın. Sinema dergileri açılıp kapanıyor, kalanlarsa güç bela ayakta duruyor. Medya dünyasının bu çetrefilli hâlinden bunalan, çalıştıkları dergilerin kapanmasından bıkan sinema eleştirmenleri ise 74 haftadır bağımsız dergilerini çıkarıyor: Arka Pencere. Hitchcock filmlerine referanslı bölümleri, vizyon ve DVD eleştirileri, özel dosyalarıyla sinema dergiciliğini elektronik ortama kaydıran Arka Pencere ekibi klasik filmlere ayırdığı bölüm “Aşktan da Üstün”ü kitap hâline getirdi. Kırmızı Kedi Yayınevi etiketiyle çıkan kitapta Cem Altınsaray, Tunca Arslan, Kemal Ekin Aysel, Burak Göral, Murat Özer, Burçin S. Yalçın aşkla bağlandıkları klasik filmleri anlatıyor, derginin de tasarımcısı olan Bilgehan Aras kitabın kapağını tasarlıyor. Alfred Hitchcock’un Arka Pencere (Rear Window) filmiyle açılan kitap Yılmaz Güney’in Umut’uyla ilk elli sayıdaki klasikleri bir araya getiriyor. Bol aksiyonlu maceralardan, acıklı melodramlara, westernlerden ağır filmlere kadar 115 yıllık sinema tarihinin kanonları akıp gidiyor. Klasik filmleri izlemeyen kuşaktansanız filmlere tik ata ata kitabı bitirebilirsiniz, ya da bu filmlere siz de aşkla bağlananlardansanız hatırlatma babında kitaba gömülebilirsiniz. Size, filmlerle olan ilişkinize, sinema aşkınıza kalmış.

Derginin kurucularından sinema yazarı Burçin S. Yalçın ve fikir babası ve tasarımcısı Bilgehan Aras dergilerini, aşkla bağlandıkları filmleri, derginin ilk kitap çalışmasını anlattı.


16 Ocak 2011 Pazar

Mevlâna Okuyan, Freud’u Bilen Sinemacılar Kuşağı

1940’lı yılların Türk sineması… Muhtelif şekilde tartışılabilir, fakat Türk sinemasının emekleme dönemi olduğunu, hatta önüne ne çıkarsa elleriyle tutunup ayağa kalkmaya çalıştığı dönem söyleyebiliriz. Muhsin Ertuğrul geleneğinden kopmaya çalışan yönetmenleri, tek film çekerek tarihe karışan prodüktörleri, şu an bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda insanın hatırladığı yıldız oyuncuları, dönemin İstanbul’unun mozaik yapısı, Mısır sinemasının ihtişamı… Bütün bu karmaşa içinde inşa edilen yeni memleketlerinin yeni sanatını kurmaya çalışan sanatçılar… 1940’lı yıllar sinemacıları da bu aynı şekilde yepyeni bir sanat formunu ülkede kurmaya çalıştı. Şimdi tarihi kurcalama zamanı. Türk sineması nereye gidiyor diye tartışılan şu zamanlarda Türk sinemasının çocukluğuna inerek sorunları bulma vakti. Çünkü sonraları başka gelenekleri yırtmaya çalışan başka yönetmenlerin, tek filme mahkum kalan prodüktörlerin, jönlerin sayısı arttı. Mozaik mermere dönüştü, ülke başka başka sinema dalgalarıyla boğuştu.

Esin Berktaş Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde hazırladığı sanatta yeterlilik tezi 1940’lı yılların Türk sinemasını kitap haline getirdi. Agora Yayınları’ndan basılan kitap Türk sinemasının kilit bir dönemini ekonomik, sosyal, toplumsal ve kültürel geniş arka planıyla birlikte ele alması nedeniyle okunması, döne döne bakılması gereken bir çalışma. Esin Berktaş ile Mimar Sinan Üniversitesi’ndeki ofisinde görüşüp hem kitabı, hem Türk sinemasını, hem de sinema tarihçiliği çalışmalarını konuştuk.

Hayalperdesi.net adresindeki röportaj için buradan yakın...

26 Ekim 2010 Salı

Sinema eleştirmenliğimizin duayeni: Atilla Dorsay

1966 yılından beri aynı işi yapan kaç kişiyi tanıyorsunuz? Hele sinema dünyasında! Ülkemizin Roger Ebert’i, sinema eleştirmenliğimizin duayeni Atilla Dorsay bu seneki Adana Altın Koza Film Festivali’nden onur ödülü aldı. Kırk dört yıldır sinema eleştirmenliği yapan, birçok kuşağın okuduğu ilk sinema eleştirmeni olan, hala heyecanla çağdaş sinemayı takip eden, sinema üzerine konuşan, üreten Atilla Dorsay ödül vesilesiyle konuğumuz oldu. Atilla Dorsay’ın objektifinden sinema yazarlığımızı dinledik.

Kültürün her alanına açık, kendi kendini yetiştirmiş bir insanım.

1966 yılından beri aynı işi yapan kaç kişiyi tanıyorsunuz? Hele sinema dünyasında! Ülkemizin Roger Ebert’i, sinema eleştirmenliğimizin duayeni Atilla Dorsay bu seneki Adana Altın Koza Film Festivali’nden onur ödülü aldı. Kırk dört yıldır sinema eleştirmenliği yapan, birçok kuşağın okuduğu ilk sinema eleştirmeni olan, hala heyecanla çağdaş sinemayı takip eden, sinema üzerine konuşan, üreten Atilla dorsay ödül vesilesiyle konuğumuz oldu. Atilla Dorsay’ın objektifinden sinema yazarlığımızı dinledik.

60’lı yıllardan beri sinema yazarlığı yapıyorsunuz. Kendi bakış açınızla o günlerden bugüne sinema yazarlığının gelişimini özetleyebilir misiniz?
Devreler halinde gelişti, kimi zamanlar gelişti, kimi zaman da geriye gitti. Ama uzun bir süreçte, bakıldığında, hiçbir şey geriye gitmez. Sinema yazarlığı da ilerledi, en azından sayısal olarak. Biz SİYAD’ı kurduğumuzda yirmi kişiyi zoraki olarak toplamıştık, bir sürü magazin yazarını da içimize alarak. Ama şimdi genç bir kuşak var. Genç kuşaklar sinemaya bizden daha rahat erişebildiklerinden, onların da saha bilgileri arttı. Bizim kuşaklara nazaran yükseldi. Bugün birçok açıdan şikayet etsek de durmuş oturmuş bir eleştirmen kitlesi var.

Peki, bu elli yıllık serüvene kendi yazarlığınızı nereye koyuyorsunuz?
Valla ben amatörce başladım. Ama bazen tutkulu bir amatörlük profesyonellikten daha iyi olabiliyor. Sinema eğitimi alamadım, Frenklerin dediği gibi otodidakt, kendi kendini yetiştirmiş bir insanım. Ama çocukluğumdan beri kültürün her alanına açık olduğum için, Türkiye’nin ortalamasına kıyasla genel kültürüm bir hayli fazla olduğu için bir yer edinebildim. Buna ek olarak Türkçeye çok hâkimim. Bunun da belki bir kısmı Allah vergisi olabilir ama büyük oranda küçük yaşlardan itibaren çok okurum. O nedenle kendimi en başta yazar sayıyorum. Sinemanın bir uzantısı olmaktan çok yazarlığın bir uzantısı sayıyorum işimi. Bu öğeler bir araya gelince baştan itibaren sevdiler beni. Bugün baktığımda atlmışlardaki yazılarımı ilkel buluyorum. Sinema yazarlığım gelişti, olgunlaştı. Cumhuriyet döneminde zirvesine çıktı. Bugün hala bana nerede o Cumhuriyet dönemindeki yazılarınız diyenler vardır. Bunun iki nedeni var. Birincisi o zaman daha uzun yazabiliyordum, Cumhuriyet’te daha uzun yer verilmişti bana. İkincisi Cumhuriyet’in yüzü. Cumhuriyet o zaman o kadar etkiliydi ki, hala belli bir kuşak içinde nerede o Cumhuriyet denebiliyor. Oysa bugünkü yazılarım Cumhuriyet yazılarımın gerisinde değil, ben dile de hakim olduğum için aynı şeyleri daha kısa bir yazıda ifade edebiliyorum. Çok uzun yazılar da müsaadenizle beni sıkıyor. Çok kalmadı ama uzun film eleştirileri görüyorum. Sight and Sound’da veya Pozitif’te gördünüz zaman anlamı oluyor. Çünkü adam başından sonuna tutarlı, bilgi yüklü şeyler söylüyor. Bizdeki bazı uzun eleştirileri görüyorsunuz, eveleme geveleme. Bugün ben en azından gündelik gazete çerçevesinde optimum yazı uzunluğu yakaladığıma inanıyorum, optimum yazıda da filmin en can alıcı noktalarına değindiğime inanıyorum.
Ama bazen bir film bir hayattır. Bir film insana sonsuza dek kapılar açabilir. Bir film üzerine yazı sonsuza dek uzayabilir: Inception mesela. Örneği vermişken, benim Inception üzerine yazım son zamanlardaki en uzun yazımdı. Temelde film üzerine düşündüklerimi söyleyebildim ama ayrıntılar kaldı tabi.

Belki de Cumhuriyet döneminde çıkan filmler de farklıydı. İnsanların özlediği şey o tarz filmlerin gösterime girmesi olduğu için böyle diyorlar.
Biraz doğru, biraz değil. Hala beni heyecanlandıran filmler var, olmasa devam etmezdim. Ama bir yandan da haklısınız. Dünyayı sarsan film hareketleri çıkıyordu. Ben altmış altıda başladım mesela. Elli dokuzda ünlü İngiliz Özgür Sineması çıkmıştı. Altmışarın ortalarından itibaren Genç Alman Sineması olayı patlak verdi. Yine altmışlarda Amerika’da New York ekolü dediğimiz başını John Cassavetes’in çektiği filmler çıktı. Yine altmışlarda Uzakdoğu sinemasın ilk filizleri atıldı ve yetmişlerde daha fazla dikkat çekti. Seksenlerde İran sineması geldi. Hala sinemayı kökten değiştirecek akımlar çıkıyordu, hala sinemacılar ulusal sinemayı çıkarıyordu. Bugün pek kalmadı tabi ama hala heyecan verici sinemalar çıkıyor. Amerikan sineması bütün o ticari yapının içinde, bütün o teknolojik ağırlıklı filmlerin ‘re-make’lerin yanında iyi örnekler çıkıyor. Uzakdoğu sineması yavaşlar gibi oldu ama yine yükseldi. Bir de Türk sineması var. Bugün hiçbirimizin beklemediği, dünyanın da gündeminde olan bir Türk sineması olayı var. İkibinli yılların sinema alanında heyecan verici işler. Bizim bütün bunların üzerinde düşünmemiz gerekiyor.

Peki, sinema yazarları okunuyor mu, sizce ne kadar okunuyor?
Okunmazsa konuşulmaz herhalde. Popüler bir köşe yazarı, atıyorum Hıncal Uluç’un yazdığı yazı okunuyor ama aramızdan herhangi birinin yazdığı ciddi bir yazı kadar yankı yapmıyor. Hıncal Uluç’u öne çıkartmak istemiyorum, ama genelde bu köşe yazarları her ne kadar çok okunuyorsa da bizim yazılarımızın etkisini yapmıyor. Biz her şeye rağmen bu konuda daha bilgiliyiz, coşkuluyuz, yenilikçiyiz. Köşe yazarlarının klişeye kaçan eleştirileri bizimkilerin yanında sönük kalıyor.

Sizin ustam dediğiniz yazarlar var mı? Ben de bunun gibi olayım diye heves ettiğiniz zamanında?
Benim ustam dediğim yazarlar arasında gündelik gazetelerde Tuncan Okan vardı. Şimdi bakınca o kadar parlak değilmiş diyorum ama o zamanlar çok etkilerdi. Sinema eleştirisini popüler kılan, yıldız sistemini başlatan, Türk sinemasına da eğilen, önemli bir yazardı. Bugün biraz unutulsa da onların yazılarını toplayıp antoloji yapmak lazım. Bir Semih Tuğrul, bir Jak Şalom, bir Tanju Akerson, ki bunlar Yeni Sinema dergisi etrafında toplanıp yazan insanlardı. Sinema yazarlığını az yapmış olsa da bazı eleştirileriyle Onat Kutlar. Rekin Teksoy, Giovanni Scognamillo, onlar daha çok sinema tarihi yazdılar ama yine de bu mesleğin demirbaşları sayılabilirler.
Benden sonraki kuşakta, isim verip ayım yapmak istemiyorum ama değişik türlerde yazan yazarları ilgiyle okuyorum. Ben diğer sinema yazarlarını önem vererek okuyan eleştirmenlerden biriyim. Bunu hem zevkle yapıyorum hem de bilmem gerek misyonuyla yapıyorum.

Okurlardan bahsettiniz. Birçok kuşak sinema okuryazarlığına sizin kitaplarınızla başladı. Atilla Dorsay bizim açımızdan güvenilir bir isimdi. Bazen beğenmesek, aman şöyle yazmış desek de okurduk. Bunu nasıl sağladınız?
E herhalde. kırk dört yıldır yazan, hala basında kendisine yer bulan, kırk tane kitabı çıkmış birine güvenilmez de kime güvenilir. Bunu kompliman bile saymıyorum. Bu eşyanın tabiatı gereği. Çok doğal bir şey.

Ben lisede sinemaya erişimimiz kısıtlıyken, devlet kütüphanesinde sizin 100 Yılın 100 Yönetmeni, Filmi kitaplarınızı bulmuştum. Miras bulmuş gibiydim.
Burada bir parantez açmak istiyorum. O kitaplar büyük bir sevgiyle yazıldı. Ben o kitapları bir misyon duygusuyla yazdım. Sinemanın yüzüncü yılı kutlanıyordu. Yazılarımı toplu biçimde sunmak, dizi halinde sunmak bir görev oldu. Bir de o zaman zorlu bir dönemdi. Doksan üçte Cumhuriyet’ten ayrıldım, Doksan dörtte girdiğim Miliyet’ten bir yıl sona ayrılıp Yeni Yüzyıl’a geçtim. Yeni Yüzyıl’ın ne olacağı belli değildi, meçhuldü. Mali durumum berbat, geçindirmem gereken bir ailem var, büyük bir karmaşa... Bu ortamda yine oturdum yazdım. Ne olursa olsun yazmam gerek dedim ve başladım. Yönetmenler kitabında eski yazılarıma da başvurdum, ilk kitabın heyecanıyla ama bunlar çok ilgi gördü. ‘100 Film’de her şeyi baştan yazdım. Yüz yazının hepsi yeniden yazıldı. Şunu birleştiriyordu o kitaplar: Popüler film kavramıyla, önemli film, sanatsal film, auteur film arasında bir denge kurmaya çalıştım.
Casablanca da var, bir sinema başyapıtı değil ama sayılamayacak nedenle sinema tarihine damgasını vurmuş bir film. Rüzgar Gibi Geçti de yine aynı. Ama sayılamayacak birçok sanat filmi de var. Benim kişisel sinema tarihime damga vurmuş, ama diğer sinemacıların çok ilgi göstermeyeceği filmler de var. James Dean’in Asi Gençlik, veya Nicholas Ray’in Johnny Guitar filmi gibi. Biraz kişisel seçimlerdi ama herkesin üzerine ittifak kurduğu filmler de var. Bütün bu seçimler, denge kurmak gecelerimi aldı. Yazıları yazmak zor değildi ama seçim zordu ama yaptım. Şunu söylemek istiyorum, o kitaplar büyük bir özveriyle yapılmış çalışmaların ürünleridir. Klasik belki ama bilgi ile sevgiyi birleştirir. O yüzden o üçleme önemli. Dünya sinemasında da böyle bir üçleme oluşturan başka bir yazar olmadı. Filmler üzerine çıktı ama bu üçünü bir arada yapan sinema yazarı çıkmadı.

Şu anda Türkiye’deki film eleştirmenliğini değerlendirebilir misiniz? Hem gündelik basın bakımından, hem de dergiler bakımından?
Bu, arkadaşlarım üzerinde değerlendirme yapmaya itecek beni, yapmak istemiyorum. Gündelik basından mutlu değilim, sinemaya yer veren gazete çok azaldı. Sabah var, sinema eleştirisi dışında sinemanın başka alanlarına da yer veriyoruz. Tabi ki Radikal var. Cumhuriyet var. Habertürk de var şimdi. Ama Hürriyet’in, Milliyet’in büyük gazetelerimizin, demirbaş gazetelerimizin sinemaya verdiği yer yeterli değil. Hem yer açısından hem de verilen önem açısında küçük. Birçok dergi çıktı, mutluyduk tabi çoğalmasından ama bittiler. Sinema ve Altyazı kaldı bildiğim kadarıyla. Birkaç ayda bir çıkan son derece ideolojik ve tutucu bir bakışı olan Yeni Sinema dergisi var, çok marjinal bir yayın. O nedenle saymıyorum. Bu iki dergiyle iş dönebilir aslında. Sinema ve Altyazı farklı dergiler, birbirlerinin aynısı değiller. O nedenle iyi bence.

Bu yılki Altın Koza\'yı takip ettiniz mi? Nasıldı sizce?
Bu ödül pratik ve duygusal anlamda ağır yükler getirdi, o nedenle takip edemedim festivali. Seyirci ilgisi, filmler nasıl bilmiyorum. Heyecan var burada. Ölmüş bir festivali tekrar diriltmek, Yılmaz Güney’li yılların heyecanını yaratmak için çabalıyorlar.
Bana onur ödülü de vermeleri hoş bir şey. Bize genelde emek ödülü verirler. Ayrımı ben önemsemiyorum belki ama, onlar önemsiyor. Bizim kendi derneğimiz SİYAD bile önemsedi. Bana onur ödülü vereceklerini söylediler, yazılar bile geldi, ama sonra onu emek ödülü yaptılar. Bu kelime oyunlarını hiç sevmiyorum. Ama bu festival en başından tavrını koydu. Müjde Ar’la aynı kategoride. Ben de açıkça söyleyeyim, araya bir iki isim daha katın dedim, iki kişi, Müjde’yle ben çıkmayalım dedim. Ama sonunda korktuğum başıma geldi, Müjde hanım gelmedi. Gecenin yıldızı ben oldum. Efendim, kötü mü oldu? Kırk yıllık emeğimizin önemli olduğunu düşünüyorum. Ama o sahnede yapayalnız kalmak kötüydü. Ama onlar da Antalya’nın altı onur ödülü vermesine tepki olarak iki ödül vermeyi tercih ettiler. Bana getirdiği yükümlülükler de oldu. Bir sürü kanal, yayın organı peşime düştü. Son kırk sekiz saat içinde çok yoruldum. Bütün bunlar hoş da insanı yoruyormuş. Star olmak böyleymiş demek (kahkahalar).

Bu sene ulusal uzun metraj yarışmasına Bal filmi de katıldı. Doğru buluyor musunuz?
Doğru bulmuyorum. Bal ve Üç Maymun gibi filmler önceden kazandıkları ün ve onurlandırmayla yetinip yarışma dışı katılmalılar. Ben böyle düşünüyorum ama katılabilirler. Mesela ben Antalya’da da jüriydim, tabi bu söylediklerim bütün jüriyi bağlamaz, orada da Bal karşımıza geldi. Ben yepyeni bir filmi keşfetmeyi tercih ederdim. Bal’dan iyisi yoksa bir parmak bal diyeceğiz ama bütün filmler aynı kategoride yarışmamalı. Gencecik bir insanın yepyeni filmiyle, Altın ayı ödüllü usta bir yönetmenin filmi aynı kulvarda yarışmamalı.

Adana’da fotoğraf serginiz de var. Benim de Katmandu’ya ilgim var ve çok fotoğraf gördüm. Oradaki duygunun fotoğraflara geçtiğini gördüm.
Bununla ilgili bir şey oldu. Sergide biri bana, girer girmez uzaktan yağlıboya tablolar gibi geldi fotoğrafların dedi. Orada ciddi bir photoshop çalışması da yok. Ülke zaten renkli, benim eklemelerim yok. Orası aslında organize bir turdu, o nedenle acele de etmem gerekiyordu. Işığı ayarlayıp istedim gibi çekemedim. Ne bulursam çekmeliydim. Ama birkaç faktör vardı. İyi bir makinem vardı, şansım yaver etti. Tabi bunca yıl film seyretmenin verdiği kadraj duygusu da var. Kadrajlar iyi oldu, benim çektiğim gibi kaldı. İnsanları hep öne almaya çalıştım, arkada mekanlar olsa bile. İnsan yüzleri tabi önemli. Giysiler, kadınların giysileri, giysilerin anlattığı sınıfsal düzen, sokakların anlattığı hayat, bütün bunlar yansıyor fotoğrafçıya. Bir fotoğrafçı için en ideal yer herhalde.

Fotoğraf merakınız ne zaman başladı?
Ben yılardan beri festivallere gidiyorum. Daha ilk gittiğim yıl bütün ünlüler karşıma geldi. Anladım ki fotoğraf çekersem iyi bir arşivim olacak. Tabi o zaman sergi açma düşüncesi yoktu. Dijital bir arşiv oluşturmaktı amacım. Yirmi beş - otuz yıl böyle gitti, doksanlarda daha itinalı gitmeye başladım. İkibinlerde baktım bu resimler işe yarayabilecek, giderek daha iyi makineler aldım. Sonra dijital makineyi aldım. Zor oldu dijitale geçmem, ilk yıllara dijital gelişmemişti ve renklerde sorun oluyordu. Benim aldığım 2007 yılı dijitalin atılım yaptığı yıldı. Ondan yararlandım. Önce sinemacı portreleri, albümleri çıktı. Hindistan ilk sinema dışı fotoğraf sergim. Antalya’da Yeşilçam-Bugün adıyla Yeşilçam ünlülerinin bugün çekilmiş portreleri var. Bu beni çok heyecanlandırıyor. Ve son bir yılda değişik ortamlarda çektiğim Türkan Şoray fotoğrafları sergisi projem var ama beklemede.

Okulu hayal bile edemeyenlerin öyküsü

Okula gönderilmeyen bir kız çocuğunun hikâyesi olan "O Kul – Hayal Bile Etme” bu hafta sinemalarda. Filmin yönetmeni Adem Uğur ve başrol oyuncusu Ümit Çırak ile kız çocuklarının durumunu, babalık rollerini ve filmden beklediklerini konuştuk.

İçime nasıl bir zehir attın sen?

Okula gönderilmeyen bir kız çocuğunun hikâyesi olan "O Kul – Hayal Bile" Etme bu hafta sinemalarda. Filmin yönetmeni Adem Uğur ve başrol oyuncusu Ümit Çırak ile kız çocuklarının durumunu, babalık rollerini ve filmden beklediklerini konuştuk.

O Kul filmi okula gönderilmeyen birçok genç kızın hikayesi aslında. Böyle bir hikayeyi filme almayı neden istediniz?
Adem Uğur: Bütün hikaye gündemden çıktı. Kendi yaşadıklarımız değil bunlar belki, ama çevremizde olanların kalıntıları. Bu yaşananlar Doğu’da da var, Batı’da da. Gündemde birçok olgu vardı, bunlar bizi filmi çekmeye tetikledi. Bizim hikayemiz sert bir hikaye değil. Babanın hikayesi de var, babanın yaşadıkları da anlatılıyor. Devlet içindeki olgular da filme dahil. Babanın iç psikolojisini de ekledik filme.

Ümit Çırak: Homofobik bir toplumda yaşıyoruz. Bence film de erkeğin baskın olduğu bu yapıyı ortaya koyuyor. Eski çağlarda, toprağa bağlı yaşamda, ben ona güneşe bağlı diyorum, çünkü güneşle kalkar güneşle yatardın, kadın hükmeden faktördü. Yöneten kadındı. Ne zaman ki ilişkiler makinenin çalışma düzenine bağlandı, erkek öne çıktı. Ama sorun şu ki erkek ne kadar yöneten görünse de yöneten aslında kadındır. Bu gelişen ekonomik sistem erkeği belli şeylere zorladı. Bu bahsettiğim homofobi kadını ikinci plana itti. Kadının üretme ihtiyacı eve hapsedildi, eve çekidüzen verme görevi kadına verildi. Eski zamanlarda erkek çocuğun doğması bir seviyeyken, şimdiyi eğitimli, iyi geliri olan babalar kız çocuğu istiyor. Bugün için bu var ama zamanında seviyesini düşünen adam için erkek gelir kaynağıydı.

Baba bir yandan çift karakterli bildiğimiz kadarıyla. Nasıl bir karakter?
Adem Uğur: Tabi, baba da kendi içinde çelişkili. Kendi babasından örnek almış, şimdi de kendi oğluna aynısını geçiriyor. Mesela bir sahnede, babasının mezarında, içime nasıl bir zehir attın sen diye soruyor. Babasına ona ölürken kancık olma, diye öğüt vermiş. Kadın olmak kancık olmak ona göre, bu nedenle kendi annesini bile hakir görüyor.

Peki, hikayenin çatısını nasıl oluşturdunuz?
Adem Uğur: gördüklerimiz filmin hikayesini ortaya çıkardı. Daha sonra baba karakterini ekledik, çatallaşma başladı filmde.

Ümit Çırak: Ama anne her zamanki gibi edilgen.

Adem Uğur: Sonra film üzerine düşünürken bir haber gördük, gömülen kız çocuğuyla ilgili. O haber de bizi daha da itti.

Yıllarca Levet Kırca’nın ekibinde Olacak O Kadar programında çalışmışsınız. Komediyle yetişmişken ilk filminizde dram çekmek nereden çıktı?
Adem Uğur: On bir yıl Levet Kırca’yla çalıştım. O hep bir komedyene aslında dram oynatmalısın derdi. Bize de bunu aşıladı. Komedi çekebiliyorsan dram da çekebiliyor olman gerekirdi.

Peki, ilk yönetmenlik denemeniz nasıl geçti?
Adem Uğur: Heyecanlıydım. Hala öğrenecek çok şeyim olduğunu öğrendim.

Sizi yıllardır dizi ve sinema filmlerinden tanıyoruz. Bu projede ilginizi çeken ne oldu?
Ümit Çırak:
Filmin konusu zaten hep dert edindiğim şeyler. Senaryo gelince işlenmesi gereken, güzel bir konu olduğunu düşündüm. Olumlu bir konuşma yaptık, tartıştık. Makul geldi ve kırk beş günde çekimleri tamamladık.

Filminizi nasıl bir yere konumlandırıyorsunuz?
Adem Uğur: Ben sanat filmleri ile gişe filmlerinin farklı olduğunu düşünüyorum. Tabi ki iyi bir sanat filmi de iyi gişe yapabilir ama benim filmim içi önemli olan festivallerden ödül alması.

Türk sinemasının şu anki halini nasıl buluyorsunuz? Bir yandan gişe filmleri çekiliyor ve ilgi de çekiyor, bir yandan da Türk sineması birçok ödülle taçlandırılıyor.
Adem Uğur:
Bence kaliteli ile kalitesizin biriktiği bir havuz olacak. Yönetmen filmini çeker, gişe filmi mi olacağı, sanat filmi mi olacağı sonradan belli olur.